25 Mayıs 2010 Salı

GRAFFİTİ

Bunlarda benim nacizane çizimlerim...





POL BURY




1922, Belçika doğumlu olan sanatçı, Fransa’da eğitim almıştır. İlk zamanlar ressam olarak çalışan Bury, gerçeküstücü Rene Margiritte’den etkilenmiştir.
1952 yılında heykeltıraş Alaksander Calder ile tanışan Bury, boyamayı terk ederek, heykel sanatı ile ilgilenmeye başlıyor.
1960’lı yıllara gelindiğinde Kinetik Sanat akımının öncüleri arasında yer alan sanatçı, güçlü gösterimler yaparak, eserlerinde hareketi vurgulamaya çalışıyor. Heykellerine hareket duygusunu katan Bury, hareketi estetik ve anlatımsal öğe olarak kullanmaya çalışıyor. Bunu yaparken de genellikle motor ve mıknatısları araç olarak kullanıyor.
Heykellerinde bahsedilen hareketler oldukça yavaştır. Hatta kimi zaman fark edilemeyecek kadar yavaş… Bazı eserlerinde hareket esnasında çıkan seslerden anlaşılıyor. Bu yüzden izleyici tarafından fark edilmesi kolay olmayabiliyor. Hareketleri küre üzerindeki çubukları sallandırarak, yavaş dalga hareketlerini kullanarak, gizlenmiş motor ve mıknatıs parçalarının yarattıkları ile hareket olgusunu işlerine taşımaya çalışmıştır. Sanatçı işlerini, “tüm iş burada nesnelerin doğmakta olan küçük popülâsyonlarına hayat vermektir” sözleriyle açıklıyor.
Sanat yaşantısına yönetmen ve sahne tasarımcısı olarak devam eden Bury, 2005 yılında Paris’te yaşamını yitirmiştir.

KAPİTALİN RESMİ: YÜKSEL ARSLAN

20. yüz yılın en istisnai sanatçılarından biri olarak anılan Arslan, 1933 İstanbul doğumlu. Sanatçı resimlerini lisede okurken, 1952-54 yılları arasında bulabildiği ölçüde guajlar, suluboyalar ve pastellerle resim yapmaya başlar. Paul Klee'nin etkisi altındaki resimlerini İstanbul Erkek Lisesi'nin duvarlarında sergiler. Bu yıllarda edebiyat dünyası ile yakınlaşır. Camus ve Kafka gibi yazarları okumaya başlar. Liseyi bitirince bilinçli olarak sanat tarihi okumaya karar verir. Okuduklarının da etkisiyle birkaç ay sonra kullandığı tüm hazır boyaları doğa karşıtı bularak atar ve tarih öncesi ya da Anadolu dokumacıları gibi kendi boyalarını doğal yoldan üretmeye girişir.
İlk sergisini 1955'te, Adalet Cimcoz'un yönetmekte olduğu Maya Galerisi'nde İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü başlığıyla açtı. Ferit Edgü, Sezer Tansuğ gibi eleştirmenlerden övgü aldığı bu sergisindeki tüm eserler satıldı. Jacques Mauduit'nin Modern Sanatın 40.000 Yılı isimli eserinde anlatılanlardan yola çıkarak, daha sonraki tüm eserlerinde kullanacağı bir tekniği uygulamaya başladı. Toprak boyalar, bal, yumurta akı, sabun, ot, çay, tütün, kemik iliği, kan ve sidik gibi malzemeler kullanarak ürettiği boyaları kullandığı bu tekniği ilk olarak İnsanlı Günler isimli serisinde kullandı.

Arslan 1961'de 15 resmini bir galeride sergilemek üzere Paris'e gitti ve orada yaşamaya başladı. Burada çeşitli sergilere katıldı. Arslan bu dönemde, yaptıklarına resim diyemediğinden, “art” ile “peinture” sözcüklerini birleştirerek, “arture” terimini türeterek, bunu kullanmış.
1969 yılından bu yana ülkesine dönmemiş olan sanatçı, Bienal kapsamında sergiye katılarak, sanatçının sanatını ve düşünce dünyasını, sanatçının etkilendiği kaynakların izini sürerek bunu izleyiciyle paylaşıyor. Bienal’de Kapital adlı çalışmasıyla yer alan sanatçı, 40 yıldır ülkesine gelmemesine rağmen güncel olaylardan kendini soyutlamayarak, bunları işine taşımıştır. Kapital isimli eserinde şehrin üzerinde yer alan devasa büyüklükteki eli kullanarak, kenti gölgede bırakıp, 1970’lerdeki Türkiye’nin siyasal durumuna göndermelerde bulunuyor. Bakınca insanı rahatsız eden dip dibe, karışık, kırmızı damları birbirine yaslı düzensiz evler, binalar… İrili ufaklı yüzlerce taş yapı ve üzerlerinde kocaman bir el… Gösterişli gömleği ve kol düğmesiyle bu sıkışmışlığın üzerinde… Altındaki karmaşaya ve düzensizliğe karşın net ve belirgin bir el. Tanrı gibi. Kapital üzerinde.
Ressam ömrünün çizmekten çok okuyarak ve not alarak geçtiğini geçirdiğini söylüyor. Binlerce sayfalık notlarıyla oluşturduğu eserlerinde ilham kaynağı olarak Marx’ı gösterirken, resimlerini adlandırırken de Marx’ın kapitalini baz alarak oluşturuyor. Kapital, Sermayeye Entegre Olmuş İşçi, İşçi İle Makine Arasındaki Mücadele, Sınıflar gibi işleriyle 11. İstanbul Bienali’nde yer aldı.

SANAT NİÇİN VARDIR?

Sanat en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak tanımlanır. Sanat konusunda birçok fikir ileri sürülmüş, tartışılmış… Günümüzde de sanat ve sanat eserleri hala tartışılırken, sanatın evrensel oluşu ve her kültürde yer alışı yadsınamaz bir gerçektir.
Sanatçı sanatı bir dil olarak kullanıp, eser üzerinden anlatmak istediklerini izleyici ile paylaşır. Ürettikleriyle karşı tarafta farkındalık yaratmayı amaçlar. Bunu yaparken de kimi zaman izleyiciyi rahatsız eder, kimi zaman da asıl anlatmak istediği konunun zıttını kullanarak izleyicinin sorgulamasını, soru sormasını ve düşünmesini sağlar.
Hrair Sarkissian 11. İstanbul Bienalinde yer alan İnfaz Meydanları başlıklı fotoğraf dizisinde anlatılmak istenenin tam tersi bir görüntüyü bizlere sunarak, görünenin ötesini düşünmemizi sağlar. Eserde yer alan üç farklı şehrin, Halep, Lazkiye ve Şam’ın infaz meydanlarını kullanarak kartpostal niteliğinde eser oluşturmuş. Aslında bu meydanlarda insanlar idam ediliyor. Ama fotoğraflarda buralar gayet masumane görüntüleriyle izleyicinin karşısında yer almaktadır. Sarkissian bu tezatlığı kullanarak izleyicinin gerçekleri sorgulamasını sağlamıştır.
Sanatın doğasında yer alan ideale ulaşma arzusu ile insan sürekli üretir, tüketir. Tüketirken sürekli üretmeye, üretirken de en iyiyi yapmaya çalışır. Ama sanatçı, sanatını üretirken bunu bir malmış gibi tüketilmesinden de rahatsızlık duyar ve böyle olmasını istemediğinden, kendine ve çevresindekilere üretilenlerin hayatımızdaki yeri ve önemini sorgulatacak şekilde gözler önüne koyar.
Sarkissian’da bunu yapmıştır. Fotoğraflarında infaz meydanlarındaki kalabalığı, idam anını ya da hoş olmayan diğer sahneleri kullansaydı izleyicinin dikkatini bu denli çekebilmesi zor olacaktı. Çünkü günümüz medyasında bu tür sahnelerin fazlasıyla yer almasıyla konu önemini yitirmiş, tüketilmiştir. Dolayısıyla sanatçı da dikkat çekemeyecek, amacına ulaşamayacaktı. Oysaki farklı bir bakış açısıyla konuya yaklaşarak dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. İnsanlara hayatın ve insan varlığının ne kadar önemli olduğunu açıklamış, binlerce soru sordurarak haksızlık karşısında özgürlüklerin elinden alınmasına öfke duyulması sağlamış, aynı zamanda ölümün soğuk yüzünü de hissettirmiştir. Ve tüm bu duyguları gayet güzel görünen gezilesi mekân fotoğrafları ile izleyiciye aktarmıştır. İnsan değerinin ve hayatının ne denli değerli olduğunu bu fotoğraflarda en acı şekilde çok iyi ifade etmiştir.
Mühürlenmiş Zaman adlı eserinde Andrey Tarkovski’de bunu şu cümleleriyle özetlemiştir: “ Burada güzele ulaşmaktan söz ederken, yani ideale özlemden doğan sanatın hedefinin işte bu ideal olduğunu söylerken, amacım asla sanatın dünyevi ‘pisik’ten kaçınması gerektiğini vurgulamak değildir… Aksine, sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. Canlıdan söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmek için sınırlı olanı sunar. Bir yedek! Sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.” 1
Tarkovski’de filmlerinde bu konu üzerinde durarak dikkat çekmeye çalışmıştır. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiyi şiirsel bir ifade kullanarak izleyicinin karşısında yer almıştır. O’na göre güzellik hayatın içinde saklıdır ve sanatçı hayatın değerini kavradıktan sonra ürettiklerinde bu güzelliği sergiler. Bunu da şu sözleriyle ifade eder:
“insanın, akıp gitmiş olan hayatına şöyle bir dönüp bakması bile, başından geçen olayları birbiriyle hiç karıştırmadığını hayretle fark etmesine, karşılaştığı kişilerin benzersizliğini saptamasına yetiyor. Tekillik ve karıştırılmamak, var olanın her anına üstün geliyor. Hayatın kendisi de benzersiz ve karıştırılmazdır. Sanatçı işte bu hayatı, her seferinde yeniden kavramak ve biçimlendirmek ister. Her seferinde boş yere, insan varlığının hakiki görüntüsünü sonu gelmez izlenimi doğuran kaynağından bulup çıkaracağını umarak… Güzellik hayatın gerçeğinde saklıdır; sanatçı tarafından bir kere daha, kavrayıp büyük bir dürüstlükle şekillendirildiğinde güzellikte ortaya çıkar.”2


Kaynakça: 1 Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Agora Kitaplığı, s.29
2 Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, Agora Kitaplığı, s.90

SİS...

Miguel De Unamuno, eserlerinde genellikle yarattığı hayali karakterlerin kişiliklerini, trajik yaşamlarını ve hayatın anlamını sorgular ve yazdıklarıyla okura sorular sordurur. Realist yazar; yaşamın amacı, insanın ölümsüzlük ve sonsuzluk arzuları gibi temaları konu alarak, hayatın bilinmezliği ve hayatın özüne erişilmezliği ile ilgilenir. Unamuno, Sis adlı eserinde de bu temalar üzerinde durarak, anlatmak istediklerini vermeye çalışır.
Sis’te varlıklı bir kahraman olarak anlatılan Augusto Perez; işi gücü olmayan, bütün gün dostu Victor ile satranç oynayan bir karakterdir. Günün birinde sokakta gördüğü, sisler içinde yürüyen bir kadına âşık olur ve peşine düşer. Romanda, Augusto’nun aşık olmasıyla yaşadıklarını, düşündüklerini ve sorguladıklarını konu alarak aldanışları üzerinden hayatın sisini vermeye çalışır.
Romanın konusu Augusto’nun Eugenia adlı kıza aşık olmasıyla başlayıp, değişen olaylarla şekilleniyor. Duygularını ve çelişkilerini en yakın arkadaşı Victor ile paylaşır, fikrini alır. Victor, Elena ile evlidir. Uzun zamandır evli olmalarına rağmen çocukları olmaz. Onlar da bu fikri başta zor olsa da kabullenmişlerdir. Sonrasında oğulları olur ama bunu kabul etmek onlara zor gelir. Uzun süre sonra gelen bu mutluluk karşısında anne ve baba olma fikrine alışmaları zaman alır.
Augusto, daha sonra aşkını itiraf eder fakat karşılık bulamaz. Çünkü Eugenia başkasına, Mauricio’ya âşıktır. Mauricio işi olmayan, dahası çalışmak gibi bir niyeti de olmayan bir kişiliktedir. Bu sebeple Eugenia’nın halası ve eniştesi bu aşka sıcak bakmamaktadırlar. Bir zaman sonra Eugenia Augusto’nun teklifini kabul eder ve evlilik kararı alırlar. Bu kararla birlikte Mauricio Eugenia’yı rahatsız etmemesi için Augusto iş ayarlar. Ama sonunda buna pişman olacaktır. Çünkü Eugenia düğünden önce sevgilisiyle kaçar. Bıraktığı mektupta da Augusto’nun bulduğu iş ile yaşayacaklarını yazar ve bunun herkes için en doğru karar olduğunu anlatır.
Tüm bu yaşananlardan sonra roman kahramanı yıkılır. Sonrasında ise; Victor ile Augusto’nun konuşmalarına yer verilir. Bu konuşmalarda Augusto intihar etmeye karar verir…
Yazarın yarattığı hayali kahraman Augusto, romanda zayıf bir kişiliğe sahiptir. Hayatta hiçbir amacı ve ideali olmayan karakterin âşık olmasıyla şekillenen hayatı, başkalarının yönlendirmesiyle yol alıyor. Hayatını etrafındakilere adayarak yaşayan Augusto, Eugina tarafından duyguları istismar edilerek, kendi çıkarları doğrultusunda kullanılıyor. Bu anlamda yaratılan baskın karakter Eugina olurken, Augusto tanışmaları sayesinde bir amaca sahip oluyor ve aşkının varlığında kendi kişiliğini sorguluyor.
Yaşamı son zamanlarda acılı ve hüzünlü geçmiş bir kahraman Augusto…O’nun için en kötüsü de tüm bunların hayalden ibaret olmasıydı… Hem de bir başkasının hayali… Tüm bu olanlardan sonra kendi varlığını sorgulayan Augusto, düşten ibaret olduğuna göre ölümsüz olduğunu ve ölmeyeceğine kanısına varır. Her şeyin sisten ibaret olduğuna inanır.
Unamuno, Augusto Perez'e kendini öldüreceğini bildirdiği zaman, hayal mahsulü adam ona önce yalvarıyor. Fayda vermediğini görünce, isyan ederek ona haykırıyor: “Siz benim kendim olarak kalmamı, yaşamamı, yaşamamı, yaşamamı, görmemi, duymamı, dokunmamı, hissetmemi, acı çekmemi ve ben olmamı istemiyorsunuz; demek istemiyorsunuz? Demek kurgusal yaratık olarak öleyim? Öyleyse, yaratıcım Don Miguel, siz de öleceksiniz, siz de geldiğiniz hiçliğe döneceksiniz… Tanrı rüyasında sizi görmeye son verecek! Siz öleceksiniz, evet, istemeseniz de öleceksiniz; siz ve öykümü okuyan herkes ölecek, tek bir kişi kalmamacasına herkes, herkes, herkes! Benim gibi kurgu yaratıkları; benim gibi! Herkes ölecek, herkes, herkes. Ben Augusto Perez, size ben söylüyorum, sizler gibi kurgu yaratığı, sizler gibi nivola kişisi olan ben. Çünkü iz, yaratıcım, Don Miguel’ciğim, siz de yalnızca başka bir nivola yaratığısınız, okurlarınız nivola yaratıkları gibi, benim gibi, kurbanınız Augusto gibi…”1
Burada da yazar romana dahil olurken, Augusto’yu zayıf bir karakter olarak betimliyor. İntihar etmeye hazırlanan Augusto, öleceğini duyunca yazara yalvararak, hayatta kalmak için mücadele ediyor. Unamuno bunu yaparak bir anlamda Augusto üzerinden insanın ölümsüzlük ve sonsuzluk arzuları gibi temel konuları okura iletmeye, düşündürmeye başlar. Hepimiz bir gün ölümü yaşayacağımızı biliriz ama birinin bunu bize söylemesi, tüm hayatımızı ters düz eder. İnsanın ne zaman öleceğini bilmesi ya da son gününü yaşıyor olması… Her şeyin sonunun geldiğini öğrenmek bir anlamda kişide hiçbir şey yapılmamışlık hissi yaratır. İnsan daha birçok şeyi hayatına sığdırmayı planlar ama yapacak zamanı kalmamıştır.
Zamanın başlangıcından bugüne insanoğlu hayatın anlamını arıyor. Augusto’nun sonlanmak üzere olan yaşamı karşısında aslında hayatının kendisi için ne kadar anlamlı ve vazgeçilmez olduğunu kavrıyor. Bunun için yazara yalvarıyor. Tam da bu noktada yazar okuru hayatın özü ve bilinmezliği konusunda düşündürmeye başlıyor. Bir yandan yaşanan trajik öyküde duygular aracılığı ile maneviyatı sorgulatırken, bir yandan da hissedilmeyen ve görülmeyeni tartışmanın mümkün olup olamayacağı sorgulanıyor.
“Zavallı sahibim! Biraz sonra onu, kendisi için ayrılan bir yere gömecekler. İnsanlar, ölülerini köpeklerin ya da kargaların parçalayıp yememeleri için koruma altına alıyorlar, saklıyorlar! İnsandan başlayarak her hayvanın dünyada bıraktığı tek şey, birkaç kemiktir. Ölülerini saklıyorlar! Konuşan, giyinen ve ölülerini saklayan bir hayvan! Zavallı insanoğlu! …Sürdürdüğü yaşam köpek yaşamıydı, tam köpek! Büyük köpeklik ya da büyük insanlıktı, o ikisinin sahibime yaptıkları. Mauricio’nun yaptığı erkeklikti, Eugenia’nın yaptığı kadınlık. Benim zavallı sahibim.” 2
Kitabın sonunda kimlikler birbirine giydiriliyor ve hayatın anlam ve önemi, insan varlığı gibi konular bu değişen kimlikler üzerinden tartışılıyor. Orfeo’ya insansı kimlik yüklenerek, Auguusto’nun yaşamı tartışılıyor. . .Hayatının merkezine başkasını yerleştiren ve bununla avunan Augusto, yaşadığı hayal kırıklığı ile ölümü, acısını dindirmenin en kısa yolu olarak görüyor. Ama sonrasında hayattan vazgeçemeyeceğini, bunun bu kadar da kolay olmadığını anlıyor. Hayatının ve yaşamanın ne kadar önemli ve vazgeçilmez oluşu Augusto’nun trajik yaşam öyküsü üzerinden vurgulanmaya çalışılıyor. Unamuno bunu yaparken de bir yandan okura sorular sordurarak, düşündürüyor.
Salamanca
Unamuno.
Başardınız. Öldüm.
Augusto Perez.

Kaynakça:
1, , Miguel De Unamuno, Sis, Türkiye İş Bankası Yayınları, s.206
2, Miguel De Unamuno, Sis, Türkiye İş Bankası Yayınları, s.224

GELENEKTEN ÇAĞDAŞA

Tarihsel ve kültürel mirası irdeleyen sanatçıların Anadolu coğrafyası ile kurdukları görsel etkileşimi aktaran sergide, Erol Akyavaş, İsmet Doğan, İnci Eviner, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Selma Gürbüz, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Murat Morova ve Ekrem Yalçındağ'ın 105 yapıtı yer alıyor.
İstanbul Modern, ‘Gelenekten Çağdaşa' başlıklı yeni sergisinde, Türkiye coğrafyasının kültürel birikiminden yola çıkarak, üreten sanatçılar aracılığıyla bugün çağdaş sanat için geleneğin ne ifade ettiğini tartışmaya açıyor.
Tanzimat'tan bu yana sanatla ilişkisini Batılılaşma üzerinden tanımlamayı seçen Türkiye, yüksek sesle, sanatının geçmişiyle ilişkisini sorgulamaya başlıyor. Bir dönem unutturulmaya çalışılan geleneksel sanatlarımızın, modern sanata etkisi farklı boyutlarıyla tartışılıyor. İstanbul Modern, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın katkılarıyla açtığı "Gelenekten Çağdaşa: Modern Türk Sanatında Kültürel Bellek" başlıklı yeni sergisiyle bu tartışmaya katılıyor. Sergi, geleneğe ait düşünce ve üretim biçimlerinin modern sanata nasıl aktarıldığını ve bugün çağdaş sanatçılar tarafından nasıl dönüştürüldüğünü gözler önüne seriyor.

“Doğu ile Batı'nın yalnızca geçmişinin değil, geleceğinin de kesişme noktasında yer alan Türkiye, farklı coğrafyalardan taşınan değişik kültürlerin biçimlendirdiği gelenekler, yaşam tarzları inançlar ve birbirine eklemlenen çok sayıda dille, çok renkli bir kültür mozaiği oluşturuyor. Sayısız topluluğun, birçok dinin ve kültürün bir arada yaşadığı bu eşsiz toprakların kültürel birikimini izleyiciye anımsatmayı amaçladık bu sergiyle" diyor. Ona göre, "Ülkemizin kültürel, politik, toplumsal ve teknolojik gelişim sürecinde, Batı ile yerel arasında oluşan alışveriş, yepyeni, güçlü bir enerji doğuruyor ve sanatsal üretim, küresel tekdüzeliğe karşı özgün kimliğiyle ortaya çıkıyor". 1
Levent Çalıkoğlu, serginin iki ayağı olduğunu, birinde tarih ve modernliğin sanatçılar tarafından nasıl inşa edildiğini göstermeyi; ikincisinde de bugün çağdaş sanat için geleneğin ne ifade ettiğini tartışmaya açmayı hedeflediklerini söylüyor.
Gelenekten Çağdaşa sergisinde Bedri Rahmi Eyüboğlu, Erol Akyavaş, İsmet Doğan, İnci Eviner, Selma Gürbüz, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Murat Morova ve Ekrem Yalçındağ'ın yapıtları yer alıyor. Bu isimlerin hepsinin ortak özelliği, geleneksel her türlü biçim, içerik ve estetiği, modern anlatım dili içinde yeniden yorumlamaları.
Çalıkoğlu'na göreyse bu dokuz sanatçıyı bir araya getiren ortak zemin, "Tarih, kök ve geçmiş, çağdaş sanat için ne ifade ediyor? Geçmiş ve gelenek çağdaş sanatın nesrinde duruyor? Anadolu coğrafyasının kültürel geçmişini dönüştürerek yeni ve alternatif bir sanat tarihi yazılabilir mi? Süsleme ve nakış gibi el marifetine dayanan üretimler çağdaş sanatçılar için ne ifade ediyor? Geçmiş, aynı zamanda bir kimlik sorunu olarak şimdiki zaman politik tartışmalarının neresinde konumlanıyor? Geçmişe dokunarak gelecek arzulanabilir mi?" gibi sorularla bugün çağdaş sanat dünyasının tartıştığı önemli konulara işaret etmesi.

Neden 9 Sanatçı?
Levent Çalıkoğlu aslında bunun merkezinde dokuz sanatçının yer aldığı bir okuma olarak açıklıyor. Kalabalık sanatçı topluluğundan alınan işlerle sergi kurulmasına sıcak bakmayan küratör, böyle bir pazar yeri oluşturulmasından yana değil.
“Bir bellek sorunu olarak geleneği nasıl yaşıyoruz? ” sorusu üzerinden düşünülerek fikrin çıktığını anlatan Çalıkoğlu, bu temel sorun üzerinden yola çıkarak bir öneri sunmak amacıyla serginin gerçekleştirildiğini söylüyor.
Sergide yer alan sanatçıların her birinin farklı eğilimler sergilediğinden bahseden Çalıkoğlu, Ergin İnan’nin Bizans’la İslam, inançla varoluş sistemleri arasında bir sentez arayışında, İnci Eviner ise bunun tam tersini yapıp kültürel bilgiyi tamamen yönsüzleştiriyor. Erol Akyavaş minyatürlerden nasıl bir imge oluşturulabileceğini gösterirken, Bedri Rahmi tam tersini yaparak, Anadolu kültürünü bir kök olarak görüyor. İsmet Doğan Cumhuriyetin bir ikon olarak Atatürk’ün gelenekle olan ilişkisini ve kutsallığını sorguluyor. Selma Gürbüz tam tersini yaparak, saray dışı halk motiflerinin kültürel bellekteki izini sürüyor.

Kaynak 1: Oya Eczacıbaşı

GRAFFİTİ SANAT MI? VANDALLIK MI?

İngiltere’de ortaya çıkan bir adam, elinde spreyi ile sokaklarda anti- faşist, anti- kapitalist söylemler içeren resimler yapmaya başlıyor. Yaptığı bu yasadışı resimler, taslaklar kimi zaman Kraliçe’yi hedef alırken, kimi zaman da polis teşkilatını alıyor. Bazen çok büyük ulus ötesi şirketler bundan nasibini alırken, bazen de elit sanat çevreleri alıyor. Kimliğini her daim gizli tutan bu adam güvenlik kameralarında tanınmamak için bere, şapka, takma sakal, maske gibi kimliğini gizli tutacak şeylere başvuruyor. Derken O’nu artık herkes tanıyor… İngiltere’de başladığı yola önce diğer Avrupa ülkeleri sonra Amerika’da devam ediyor. Hatta Filistin’e kadar giderek, İsrail güvenlik duvarına özgürlük düşlerini kazıyor. Barış yanlısı, savaş karşıtı kimliği ile düşündüklerini insanlara hiçbir sansüre uğramadan, hiçbir otoritenin etkisi altında kalmadan olduğu gibi aktarabileceği tek yer olan sokaktan ulaşmaya çalışıyor. Attığı imzayı adı olarak kullanan Banksy, yaptığı işe de “Gerilla Sanat” diyor.
Banksy on yıldır başta İngiltere olmak üzere daha birçok ülkede yaptığı çarpıcı resimleriyle ve kimsenin bilmediği gerçek kimliğiyle ünlenen bir sanatçı. Çalışmalarında Birleşik Krallıktakilerin yanı sıra Filistin’de yaptığı siyasi eserlerle adından sıkça bahsedilen biri. Özellikle İsrail’in inşa ettiği 700 kilometrelik güvenlik duvarında sanatsal gedikler çalışmasıyla ve tüm dünyanın tepkisini çeken ayrım duvarı üzerinden Filistinlilerin halini anlatan ironi yüklü barış mesajları, en ses getiren işlerinden biri. Banksy bu işlerinde çizdiklerinden birinde, duvara açılmış gediğin ardında güzel bir sahil görünüyor. Bir diğerindeki dağ manzarası da Filistin halkının mahrum kaldığı hayata göndermede bulunuyor. Banksy sadece duvarları tuval olarak kullanmıyor. Metropolitan Museum Of Art, Brooklyn Museum Of Art ve Museum Of Natural History gibi güvenlik önlemleri üst düzeyde olan müzelere giderek, sanat sevicileriyle dalga geçen, savaş karşıtı mesajlar veren işlerini asan ve bunu kameraya kaydederek internette yayınlayan, kimi tuvallerin üzerini sprey boya sıkarak tahrip eden, işi bittikten sonra da hiçbir şey olmamış gibi elini kolunu sallayarak çıkıp gidebilecek beceriye sahip biri.
Sokak sanatı olarak adlandırılan graffiti kimi çevrelerce Vandalizm olarak ta adlandırılıyor. Vandallık, bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kuruma ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eğilimidir. Çok tartışılan bu konuya bir açıklık getirilemese de yapılanların insanların dikkatini çektiği ve geniş kitlelere ulaştığı bir gerçek.
Grafiti yapılması için Avrupa ve Amerika’da sanatçılara yasal yerler verilmesine karşın ülkemizde ne yazık ki böyle bir destek yok. Bu yüzden garaffiti, bugün illegal varsayılan bir sanat. Yapılan tüm çalışmalarda bir aktivitizm, mesaj kaygısı ve görsel lezzet sunma amacıyla yapılıyor. Bazı sokak sanatçıları galerilerle ilgilenmeyen kitlelere ulaşmaya çalıştıklarından, bazısı da bu işin zor ve riskli oluşunun verdiği hazdan dolayı yapıyor. Genelde yapılanların kolay olduğu düşünülse de aslında göründüğü kadar basit olmayan işler bular… iş duvara aktarılmadan önce kağıt üzerinde çizilerek taslak oluşturuluyor. Sonrasında da bu taslak duvara aktarılıyor, gölge ve renklendirmeleri yapılıyor. Yurtdışında bu işi yapanlar maddi beklentisi olmayan, tamamen artistik kaygı duyan ve insanların beyini gıdıklama isteği içinde olanlar tarafından yapılırken, ülkemizde bu işin desteklenmemesinden dolayı ya birinin duvarını paranızla kiralayıp yapacaksınız ya da illegal yollarla yapacaksınız. Bizde daha çok işyeri veya cafe isimlerinin yazılması için belli bir ücret karşılığında çalışanlar ön planda olsalar da aslında bu yolla verilen mesajların kat ettiği yol göz ardı edilemeyecek kadar fazla.

SENA ÇEVİK

1982 İstanbul doğumlu olan sanatçı, 2006 yılında Londra, Central Saint Martins Sanat Üniversitesi, Grafik Sanatlar ve Tasarım Bölümü’nden mezun olan SENA, 2005-2008 yılları arasında sosyal sorumluluk konuları dâhilinde sanat projeleri gerçekleştirdi ve İstanbul ve İngiltere’de çeşitli sergilerde yer aldı. 2006’da oluşan ‘Tersane’ projesinin iki yaratıcısından biri oldu. 2008 yılında x-ist’te 2 adlı kişisel sergisini açtı. Sanatçı ayrıca 2006, 2007, 2008 ve 2009 yıllarında Contemporary İstanbul fuarlarına katıldı.
Uzun zamandır yaptıklarıyla dikkat çekmeyi başaran sanatçı bu ülkede umut var dedirten ve bunun için de elinden geni yapanlardan… Grafik tasarımı, illüstrasyon, moda tasarımı, resim gibi


farklı bir çok disiplinde iş üreten sanatçı, bir çağdaş sanat platformu olan Tershane’nin de kurucularından…
Sena Çevik son dönemde kendi yarattığı markasıyla, Boa’sıyla gündemde. Sanatçı, kuzeni Seray Cengiz ile birlikte yarattıkları bir marka Boa. Özelliği ise % 100 organik oluşu… Çevik yurtdışında bir defileye katılarak, orada hem markasını tanıtıp, hem de ilk defilesini gerçekleştirmiş oldu. Rotterdam’da gerçekleştirilen defilede kış koleksiyonunu sergileyen sanatçı, yaz koleksiyonu için de çalışmalarını sürdürüyor. Kış koleksiyonunun parçaları arasında yer alan kaftanlardan birini defileden üç hafta önce bir tasarımcıyla paylaşan sanatçı, sonrasında bu tasarımcının da kendi dikiş ve organik boyalarıyla kendi parçalarını üretmesiyle ortak bir işe imza atmış oluyor. Defile sonrasında Rotterdam History Museum bu kaftanların ikisini satın alarak,
müzenin sabit koleksiyonuna ekliyor.
Çalışmayı ve üretmeyi seven, ürettikçe var olduğunu söyleyen sanatçının projelerinden birisi de bir sanat okulu açmak. Türkiye’de iyi bir sanat- müzik okulu açmak isteyen Çevik, bu anlamda elinden geldiğince herkese yardımcı olmak istiyor. Çağdaş Sanat Platformu olan Tershane’de de bu amaç doğrultusunda birçok proje gerçekleştirildi. Sunulan imkânlar doğrultusunda fikirler hayata geçirilmeye çalışıldı…
Sena Çevik’in son sergisi 3GEN… Galeri x- ist’deki resim sergisi sanatçının ikinci kişisel sergisi. Çevik, resimlerinde bedenimizin sembollerini çözümlerken, aslında dünyadaki asıl evimizin kendi bedenimiz olduğunu da vurguluyor. Sergi 27 Mayıs- 19 Haziran 2010 tarihleri arasında gezilebilir.

Galeri x-ist Adres: Abdi İpekçi Cad. No: 46 Kaşıkçıoğlu Apt. D: 2
Nişantaşı Şişli
Tel: 0212 291 77 84

24 Mayıs 2010 Pazartesi

SIRA DIŞI BİR KİMLİK: SERKAN ÖZKAYA


1973 yılında İstanbul’da doğan Özkaya, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. 2000 yılında New York Bard College Güzel Sanatlar Bölümünde Heykel yüksek lisans derecesini aldı. 2001’de Fransa, Ecole Regional des Beaux Arts de Nantes’ta Film ve Video dalında Postdiploma (yüksek lisans) derecesini aldı. 2002 yılında İsveç Uluslararası Sanatçı Programına layık görüldü ve Malmö’de Rooseum Çağdaş Sanat Müzesi’nde çalışmalarını sürdürdü. 2003’te A.B.D. MacDowell Sanatçı Kolonisi’nin azalığına seçildi.

Özkaya’nın kitapları arasında Sanatta Deha ve Yaratıcılık: Adorno, Schönberg, Thomas Mann (Pan Yayınları 2000), Göründüğü Gibi Değil! Açıklayabilirim (Bağlam Yayınları 2003), En Hakiki Öz Kopyalar Sergisi Tartışmaları (Bağlam Yayınları 2005) bulunuyor. Charles Esche’nin Mütevazı Öneriler (Bağlam Yayınları 2005) isimli kitabını yayına hazırladı. 

Özkaya bugüne değin sanat alanındaki yapıtlarını başta İstanbul olmak üzere, aralarında Paris, Berlin, Kopenhag, Torino, Milano, Malmö, Belgrad, Stockholm, Şikago, Londra, New York ve Utrecht'in de bulunduğu, dünyanın bir çok sanat başkentinde sergiledi; Malmö Sanat Akademisi, Rooseum Çağdaş Sanat Müzesi, Londra Üniversitesi Goldsmiths College, Bilkent Üniversitesi, Platform Güncel Sanat Merkezi, BeganeGrond (BAK), Charlottenborg Müzesi, Göteborg Üniversitesi, Valand Sanat Akademisi, Helsinki Sanat Akademisi’nde dersler verdi, konuşmalara ve panel tartışmalarına katıldı ve atölye çalışmaları düzenledi.

21 Eylül 2003 tarihli Radikal'i alanlar şaşırmıştı. Önlerinde duran gazete belli ki elle çizilmişti, ama içindeki haber ve resimler olması gerektiği gibiydi, yani gerçek ve güncel... Şaşkınlığı atlatanlar gazetenin birinci ve 24'üncü sayfalarının bir sanat projesine dönüştüğünü anladılar: 'Bugün Tarihi Öneme Sahip Bir Gün Olabilirdi'. 15 Aralık 2006'da The New York Times'ı alan Amerikalı okurlar da Türkiye'deki Radikal okurlarıyla aynı şaşkınlığı yaşadı. Gazetenin haftalık sanat etkinliklerine dair haber ve yorumlara yer veren ilavesi 'Weekend Arts'ın birinci sayfası elle yapılmıştı. Haberler, fotoğraflar, yazılar yerli yerindeydi, ama bu gazete elle yapılıp sonra baskıya girmişti.

Sanatçı bundan seneler önce Ahmet Karcılılar’ın “Fotoğraf Hikayeleri” adlı kitabını okuyup, çok etkilendiğini ve aklıda böyle bir projenin oluştuğunu belirtiyor. Aslında sanatçı daha önce de basılı malzemeyi kopya ediyordu. Basılı bir kitabı elle baştan sona yazarak, Borusan'daki sergisinde dağıtmıştı. Ama bunun sadece sergi mekanıyla sınırlı kaldığını, kitabı alanların mekandan dışarı çıktıkları anda o kitabın yabancı bir nesneye dönüştüğüne inandığından, normal bir günde, sadece o güne özel olan ve herkesin evine girebilecek bir sanat nesnesi yaratma amacında olduğunu belirtiyor.

Burada gazetenin birinci ve yirmi dördüncü sayfaları elle çiziliyor. Ülkemizde Radikal gazetesi bu şekilde yayınlanırken, Almanya'da Freitag, Amerika'da The New York Times ve Courier-Journal gazetesi ile çalışmaları da bulunmakta...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

'Pastacı Yamağı'

Güncel sanatçı Serkan Özkaya'nın heykel çalışması Pastacı Yamağı’nı İsviçre’nin başkenti Bern’de 2006 yılında açılan 'İçini Boşaltmak' isimli sergide günışığına çıkarttı.Sergide ayrıca sanatçının Birleşmiş Milletler ile gerçekleştirdiği, tüm dünyada aynı anda ucuza içki içilmesini önerdiği Evrensel "Happy Hour" mektuplaşmaları ve Bak! Uçak Geçiyor isimli çalışmaları da bulunuyor.Aynı zamanda heykel 2006 yılı Eylül'ünde Galerist'te de sergilendi.

Özkaya işin hareket noktasını, yolda yürüyen bir çırağın gerçekte ayağı takılıp düşünce neler olabileceğini düşünmesiyle başladığını anlatıyor. Gerçekten böyle bir şey olsa çırağın başına gelenleri hayal ederek kafasında trajik bir senaryo oluşturuyor. Bu trajik hikayenin de insanları çok etkileyeceğini düşünerek bu heykeli yapıyor. Her gün haberlerde izlediklerimizin bu olaydan bir farkının olmadığını vurgulayan sanatçı, yaptığı işle sonucun kötüye varmadan o ilginç halini kullanmayı tercih etmiş. O anın öncesinin heykeli olarak nitelendiriyor eseri.

Sanatçı bu eserinde de gene yapım aşamasında straforlardan yararlandı. Aynı zamanda bir çırağın kullandığı ne varsa aynısını Özkaya da kullandı. Tüm bu giysileri alçıya batırarak, heykeli oluşturuyor.Yumurta olarak ta plastikten oluşturduğu nesneleri hokkabazların kullandığı ip ile tavandan asarak, heykelin hareketini tamamlaması sağlanıyor.












2 Nisan 2010 Cuma

ÇAĞDAŞ SANAT FİKİR ÜRETİM MEKANI OLARAK TERSHANE

Tershane bir çağdaş sanat mekanı olarak melezleşen metropol insanını hedefliyor.Göç fikrinin parçaladığı modernite fikrinden yola çıkarak merkez dışında, merkezin görmezden geldiklerini sergileyen ve gördüklerini sorgulayan bir mekan olarak, globalleşme ile birlikte endüstriyel toplumların atıkları ile değişen dünyamızın ekolojik dengelerinin bozulmasına karşı geliştirdiği tavırla felsefi ve fiziki olarak varolmak istiyor.
Tuzla'daki gemi tersanesinde 1500 m2'lik alanda kurulan Tershane, gerçekleştirdiği projelerle sanatçılara destek oluyor. Şu an kapalı olan mekanda bir çok sanatçı projelerini hayata geçirdi.Tershane her zaman farklı altyapılardan gelen sanatçılarla çalışmayı,onlara birlikte çalışabilecekleri bir platform yaratmayı hedeflemiştir.Müzisyen,mimar,yazar,video sanatçısı,plastik sanatçılar,duvar ustası gibi.. Bu anlamda mekanda bir çok atölye yer alıyor. Üretimhane, serigrafi baskı atölyesi,karanlık oda, müzik labaratuvarı, video odası... Çalışacağınız proje hangi atölye ile ilgiliyse o atölyede projenizi gerçekleştiriyorsunuz. Aynı zamanda mekan sanatçılarına sınırlı sayıda da olsa konaklama imkanı tanıyor.
Tershane'de 2008 yılında gerçekleştirilen "KUTUKAFA" isimli sergi 22 sanatçının katılımıyla oluşturuldu.Kutu kafa sergisi Banu Alpay ile Sena Çevik'in tasarladığı bir sergi.
“Sanatçı için sanat eseri ve onunla görselleşen ifade belleğin hazine kutusunda kilitli durmaz; sanatçı yarattığı ya da bulduğu nesnelerin içinde depolanan bireysel ve kolektif bellek gücünü serbest bırakmak ister.” – Aby Warburg – 1928
Sena Çevik ile yaptığım konuşmada sanatçı sergiyi şu sözlerle açıklıyor:
"Hepimiz birer kapalı kutuyuz- insanlar- ve hepimizin içinde bambaşka şeyler oluyor...Ama neler?
Fikir böyle çıktı...Sonra tabii beyin fırtınalarıyla 'yığılma' 'üst üste yaşam(apartmanlar)'.... gibi kelimelerle
fikrimizi büyüttük,uzattık...Sonrasında ufak bir bütçe hazırlayarak bu kutuları üretttirdik.Herbiri kilitlenebilen mdf 'den ham kutular...Ağarlıkları ortalama 7 kilo,bir insanın ki kadar ağır...Ve sanatçıları davet ettik projeye.Yaklaşık 25 kişiyi bir araya topladık,herkese kutularını teslim ettik,ne isterseniz yapın dedik.
Mekan'ımızı ise yine benim bir arkadaşım sponsor etti ve sonradan play studio olarak kullanacağımız bu mekana yerleştik.
Hafta sonunda kutular geri geldi,üstüste / yığma şeklinde dizildiler ve sergiyi açtık.
Sergi interaktif bir sergiydi.Yoldan geçen herkesin izlemesine açık,izleyicinin kutuları/ kafaları açıp-kapayıp veya açamayıp bir şekilde
oynayabileceği bir sergiydi.Yani izleyecinin en çok sevdiği şey: işin parçası olmak...
Benim kutumda oyuncak bir çamaşır makinesi ve ona karşı savaşan kurşun askerler vardi. :) Savaş/Bariş meseleleri.Biraz teknolojinin yarar/zarar konuları...gibi" diye açıklıyor.

PİLAV ÜSTÜ GÜNCEL SANAT: 1.50 TL


Güncel sanatçı Serkan Özkaya’nın önce Şanghay ve New York’ta , sonrasında da İzmir ve İstanbul’da yer alan lokanta ve sokaklarda, sanat dünyasına sunduğu “Bana O’nun Kellesini Gtirin” başlıklı sergisinde sıradışı heykeli ile sanat severlerle buluştu.
Bahsi geçen heykel lokantada siparişini vererek yiyeceğiniz bir tatlı... Özkaya İsveç’teyken eline geçen bir kumbaranın kafasını kesip, kalıbını alıyor. Sonrasında ise bu kalıbı kullanarak tatlı üretimi yapılıyor.Menüde yer alan heykeli siz sipariş etmediğiniz sürece üretimi gerçekleştirilmiyor. Arz-talep meselesi...Heykelin sevis edilmesi ve yenmesiyle, sanatçı heykelini arzulayan kişilere arz edileceğini, yani kişiye özel bir yapıt olduğunu vurguluyor. Şef tarafından heykelin etrafında kullanılan kırmızı renkteki sos, siparişi veren kişi tarafından yenilmeye başlanınca sos dağılarak kan görünümünü alıyor.Özkaya bundan çok keyif duyduğunu belirtelerek, aslında bunu hiç düşünmediğini ama sonuçtan da memnun olduğunu belirtiyor.Heykelin parçalanması, dağılması ve sosun verdiği görüntü işi tamamlayıcı öğelerden.














İzmir’de ise heykel tatlı olarak değil, pilav olarak karşımıza çıkıyor. Özkaya gene aynı kalıbı kullanarak bu kez seyyar nohut- pilav tezgahında sergiliyor.Seyyar tezgah belirli saatlerde farkı sokaklarda geziyor. Böylece heykeli merak edenler sokaklarda seyyar tezgahı arıyorlar.Heykel belirli bir ücret karşılığında servise sunuluyor. Sanatçı, seyyar tezgah fikrinin Borga Kantürk’e ait olduğunu söylüyor.


Sanatçı arz-talep ilişkisinin sanatta nasıl işlediğini göstermek amacıyla sergiyi gerçekleştiriyor. Menüde yer alan bu sanat yapıtının siparişini verdiğiniz taktirde üretiyorlar. Belli bir ücret karşılığında dahil olduğunuz bu eserin aynı zamanda tadına da bakıyorsunuz. Ne kadar istenirse o kadar üretiliyor.



Sanatçı çalışmalarını on yılı aşkın süredir İstanbul'da sürdürüyor. Bunun yanı sıra Avrupa ülkeleri başta olmak üzere çeşitli şehirlerde projelerini gerçekleştiriyor. Bunlardan biri 2001 yılında Hollanda'da ortaya koyduğu "Utrecht'te Yaşıyor ve Çalışıyor" idi. Sergi, tıpkı 2000 yılında Özkaya'nın Yapı Kredi, Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde gerçekleştirdiği gibi on binlerce dianın devasa bir binanın camlarına yapıştırılmasından oluşuyordu. Ancak Utrecht'teki tüm görüntüler uzun süren karşılıklı çalışma boyunca şehrin sakinlerinden elde edilmişti. Bu haliyle yapıt Hollanda'nın Utrecht şehrinin adeta özel bir panoramasını oluşturuyordu.















Serkan Özkaya'nın 1996 yılında Mona Lisa adlı eseri de bir başka çalışması.Bu işinde Özkaya, Louvre Müzesi yetkililerine mektup yazarak, tablonun ters olarak sergilenmesini istiyor. Ama sanatçının bu isteğini kabul edilmiyor. Onun üzerine Özkaya da sergisinde bu mektupları yayınlıyor. Sanatçının kendi atölyesinde tablo ters olarak asılmıştı.

Sanatçının çok konuşulan işlerinden biri kuşkusuz "Davut Heykeli"...Çalışmada sanatçı, heykelin gerçek boyutlarını büyüterek özel bir bilgisayar programında yeniden yapılandırıyor. Sonrasında ise yapım aşaması başlıyor... Her şey bittikten sonra heykel altın sarısı renginde boyanarak, sergilenmek üzere vinç yardımıyla kaldırılıyor... ama hiç hesapta yokken aksilik yaşanıyor ve halatın kopmasıyla heykel düşüp, kırılıyor. Özkaya kaza anını videoda kayıt ederek, kırılan işi yerine sergide kaza anının videosunu yayınladı.Şu günlere heykel Eskişehir'de tamir ediliyor. Orada sergilendikten sonra İstanbul'a getirilerk burada da sergilenecek.




Neden Davut Heykeli ?
Serkan Özkaya sanatı ilk olarak dergi ve kitaplarda yer alan eserlerin fotoğraf ve röprodüksiyonlarından takip ederken, aslında bunların, eserlerin asıllarını pek yansıtmadığını, bir eser için asıl önemli olanın orijinal olmasının gerekliliğini kavramasıyla oluşturuyor. Bu yüzden herkesçe bilinen bir objeyi Michelangelo'nun ünlü Davut heykelini kullanıyor.

Özkaya bu işi yapabilmek için; Standford Üniversitesi’nden Marc Levoy’un üç boyutlu faks icadıyla, bilgisayar ortamında orijinal boyutları üzerinde uygulamalar yaparak büyütüldü. Sonrasında da polyesterden kalıbı alınarak, altın sarısı rengine boyandı.

Serkan Özkaya işlerinden bahsederken işin kendisinden çıkmasını, projenin insanaları içine almasını istiyor. Kendisiyle yaptığım konuşmada bunları söylerken, yaptığı işlerin genellikle günümüzde herkes tarafından bilinen popüler işlerin taklitlerini yapmasında amacının aslında farklı bir bakış açısıyla bakmamızı sağlamak olduğunu söylüyor. Yani Monalisa tablosu üzerinden konuşmak gerekirse, tablonun aslında sanılandan daha küçük olduğunu, kitaplardan bakıldığında daha farklı algılandığını söylüyor sanatçı. Nasıl ki hergün bakmaya alıştığımız bir şey zamanla alışkanlık haline gelir ve artık görmeyiz ama farklı bir yerde veya renkte gördüğümüzde hemen dikkatimizi çeker, işte sanatçının yapmaya çalıştığı da aslında bu. Tabloyu olduğundan farklı bir şekilde, ters olarak sergileyerek alışılmış görüntüsünün önüne geçmeye çalışıyor sanatçı.
Davut heykelinde ise; Özkaya "heykel orada farklı görünüyor, algılanıyor; burada ise daha farklı görünecek. İstedim ki burada da sergilensin herkes burada görsün" diyor.
Bunu yaparken de boyutu ve rengiyle oynayarak bir anlamda başkalaştırmış...